İzmir, adına yazılan her şiir aşk ve dişilik kokan şehir. Şairin dediği gibi denizi kız, kızı deniz, sokakları hem deniz hem kız kokan şehir. Ozanların atası Homeros’un doğum yeri, Victor Hugo’nun Egeli prensesi. Eğer ünlü Fransız edebiyatçı, bir kez solusaydı İzmir’in havasını, prensesinin yüreğinin efeler gibi attığına da tanık olurdu hiç kuşkusuz.
Nereden başlanır, nasıl anlatılır bu kadim şehir? Yıkımlara, salgınlara, depremlere, yangınlara rağmen beş bin yıldır varlığını sürdüren bir kenti tanıtmak için önce onu iyi anlamak; anlamak için de asıl kimliğini ortaya çıkarmak gerekir. Her kentin kurumsal bir kimliği vardır, bir de şehir efsaneleri ve söylenceler arasında yitip giden asıl kimliği. Birincisi bilinendir, diğeri gizlenen. Bu nedenle söylenceler eskilerin masalları gibi algılanır, ciddiye alınmaz. Eğer Schliemann da başkaları gibi, İlyada’yı, Homeros’un zengin hayal gücünün edebi kurgusu gibi değerlendirseydi, Truva’yı gün yüzüne çıkarabilir miydi?
İzmir, büyük başkentlerden biri olmasa da biraz İstanbul biraz da Paris’tir. Onlar gibi kurulduğundan günümüze dek ilgi odağıdır. İkisinin dışında, İzmir ve Selanik arasındaki benzerlik de şaşırtıcıdır. Her ikisi de ekmeğini Ege’ye, deniz ötesi ticarette öne çıkmasını coğrafi ve kozmopolit yapısına borçlu iki kenttir. İkisi de Doğu ve Batı’nın kavşak limanıdır. Aynı sokakta karşılıklı dükkân açmış iki kardeş gibidirler. Rakip bile olsalar, kaderleri ortaktır.
Özellikle 19. yüzyılın sonlarından itibaren Batı Avrupa’da endüstri devrimi sonucu hammaddeye duyulan ihtiyaç büyük oranda artınca, başta pamuk olmak üzere palamut, kuru üzüm, incir, zeytin, afyon gibi birçok tarımsal ürünün yetiştiği topraklara yakınlığı nedeniyle İzmir Limanı daha fazla önem kazanır. Batı için Doğu’ya, Doğu için de Batı’ya açılan, Akdeniz’deki en önemli ticaret kapısıdır. 1847’de 15 bin olan yabancı nüfus 1880’de 50 bin kişiye ulaşır. Balta Limanı antlaşması sayesinde sağladığı ticari imtiyazları iyi değerlendiren İngilizler dış ticarette kontrolü ele geçirirken, Levanten, Rum ve Ermeni tüccarlar İngilizlerin ardından ticaret hayatında söz sahibi olurlar. Büyük tonajlı gemilerin rahatça yanaşıp yükleme ve boşaltma yapabilmeleri için liman ve rıhtım gibi, demiryolu ve tramvay hattı inşaatı işi de İngiliz ve Fransız şirketlerine verilir. Rıhtım inşaatında denizin doldurulmasından kazanılan dolgunun 18 metrelik alanı rıhtıma, kalan kısmı Fransız şirketin mülkiyetine geçer. Burası da bankaların ve ticaret şirketlerin yer aldığı seçkin bir semte, Pasaport semtine dönüşür. Şirketin rıhtım işletme hakkı, yapılan anlaşmayla 1952’ye kadar uzatılır. Osmanlı Devleti limanı satın alacak güce sahip olmadığı için, bu anlaşmanın bedelini 1932 yılında Türkiye Cumhuriyeti ödemek zorunda kalmış, rıhtımı devletleştirerek borcu ödemiştir. Benzer durum demiryolları için de geçerlidir. Sadece İzmir’deki İngiliz kolonisinin değil ticaret hayatının en etkili ve varlıklı kişisi James Whittal “Demiryolu şirketleri küçük muhtar cumhuriyetler biçiminde gelişecek” derken, demiryolu hatları çevresindeki zengin maden ve kömür yatakları dâhil her türlü doğal zenginlik üzerinde bu şirketlerin sahip olacağı kullanım hakkına gönderme yapmaktadır. Kırım Savaşının bir sonucu olarak, İzmir-Aydın demiryolu imtiyazının İngilizlere verildiği 1856 yılında, İngiliz tüccar sayısı 1061’e yükselir. Bu sayı 1849 yılında sadece 202’dir.Tarımda çalıştırmak ya da küçük sanayinin iş gücü ihtiyacını karşılamak üzere Ege adalarından Rum işçiler getirtilir. Frenk mahallesi, Punta (Alsancak) ve Kordon’u süsleyen iki katlı cumbalı evleri, Bornova, Buca ve Karşıyaka’daki görkemli Levanten konakları, her çeşit ithal ürünün satıldığı dükkânları, Grand Huck benzeri büyük otelleri, Sporting Clup gibi gösterişli binaları, alafranga kafeleri, bistroları; Avrupa’dan oyuncuların da gelip oyunlarını sergilediği tiyatro ve operalarıyla modern bir kent görümüne sahip olan İzmir, Batı’da “Petit Paris” yani “Küçük Paris” diye anılmaya başlar. 18. yüzyılın sonlarından itibaren kente yerleşmeye başlayan Avrupalılar, adalı Rumlar ve kolay yoldan zengin olmanın hayalini kuran tüm maceraperestler için Doğu Akdeniz’in El Dorado’sudur.
Emperyalizm, asırlardır egemen olmak istediği coğrafyayı işgal edinceye dek, Batı kapitalizminin tüm baskısına ve kirli oyunlarına rağmen çok kültürlü toplumların barış içinde yaşayabileceğinin örnek bir kanıtıdır güzel İzmir. Uzun ve renkli bir geçmişe sahip bu kenti tek bir yazıya sığdırmak kolay değil. 1900’lerin İzmir’ini, büyüklerimin yaşam öykülerinden esinlenerek kaleme aldığım “Elveda İzmir” romanımda yansıtmaya çalıştım. Yaklaşık iki yıl süren araştırmalarımın sonucu anladım ki üzerine kaç kitap yazılırsa yazılsın, hiçbiri yetmez asıl İzmir’i anlatmaya. Fakat sevgisi yüreğinize düştüyse bir kere, siz yine de duygularınızı şiirlerinize, şarkılarınıza, resimlerinize, kitaplarınıza dökmekten vazgeçmeyin. Gülümsetin özgür ruhlu, mangal yürekli prensesi.